20. Juni um 19:12 Recep Maraşlı

ÜÇ “BÜYÜK” YAHUDİ DÜŞMANI !

1963 – 1970 yılları arasında, Kemal Fedai Coşkuner tarafından İzmir’de yayınlanın “Fedai” dergisinin 1969 yılındaki 45. sayısının kapağında “TARİHİN KAYDETTİĞİ ÜÇ BÜYÜK YAHUDİ DÜŞMANI BEŞERİYET SİZE MİNNETARDIR!..” manşetiyle üç kişinin resmi basılmış:

– (Cennet Mekân) ABDÜLHAMİD HAN
– (Cennet Mekân) CEVAT RİFAT ATILHAN
– ve ADOLF HİTLER !..

Öyle ki milyonlarca Yahudiyi toplama kampları ve gaz odalarında katlettiren Hitler bile 3. sırada gösterilmiş ve hiyerarşi olarak onlardan biraz daha altta sıralanmış. Ve tabi ilk ikisi kesin Cennetlikken, Hitler’i “Allah bilir!” diye bir şey yazmamışlar!

Hitler ve Sultan II. Abdülhamid az çok tanınıyor, peki bu üç büyük Yahudi düşmanından Hitler’den bile önde gelen CEVAT RİFAT ATİLHAN kimdir, neyin nesidir?

İşte bu sorunun cevabı “1934 TRAKYA OLAYLARI”nda duruyor.

Türk resmi tarihi bir şeye “OLAYLARI” adını veriyorsa; bilin ki orada kendi işledikleri birçok haltı gizliyorlardır; ya katliamdır, ya soykırımdır, ya provokasyondur…

– 1915 OLAYLARI
– 6-7 EYLÜL OLAYLARI
– MARAŞ OLAYLARI vd…

İşte 1934 Trakya da böylesi “OLAY”lardandır. Hem de Türkiye’de her zaman “mutlu azınlık!”, “perde arkasındaki güç” vb. olarak lanse edilip, nefret skalasının üst sırasına oturtulan YAHUDİ toplumuna yönelik “OLAY”lar!

Bilimsel, sosyolojik, hukuksal gerçek tanımıyla söylersek; 1934 TRAKYA POGROMLARI…

Hem de o hayranlarınca “modern, hümanist, azınlık haklarına saygılı”, İslamcı muarızları tarafından ise “gizli Yahudi”, Masonik Sebatay tarikatına mensup” diye tanımlanan GAZİ KAMAL (O zaman tam olarak böyle anılıyordu) hazretlerinin turp gibi sağlam olduğu bir tarihte… [Hani Atatürk, 1938 Dersim soykırımında hasta döşeğindeydi, zavallının hiçbir şeyden haberi yoktu ya!]

1934 yılında Trakya’da Yahudilere dönük provokasyon girişimleri sonucu 15 bine yakın Yahudi’nin evlerini terk ederek İstanbul’a kaçması unutulmaması gereken bir örnek oluşturuyor.

O tarihlere kadar sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde değil Trakya’da Çanakkale, Edirne, Tekirdağ, Kırklareli gibi kentlerde kırsal alanda 30 bini aşkın Yahudi yaşamaktaydı. Özellikle süt ürünleri üretimi ve ticaretiyle / mandracılıkla geçinen bir kesimdi.

1933 Almanya’da Nazi Partisinin iktidara geldiği, anti-semitizmin bir devlet politikası olarak uygulanmaya başladığı bir yıldı. Pek çok Yahudi bilim insanı, akademisyen, sanatçı ülkelerini terk etmek zorunda kalıyordu. Türkiye de bu beyin göçünden oldukça yararlandı.

Yahudi düşmanlığının Almanya’da tavan yapması TC’nin asker-sivil bürokrasinindeki Almancı yapıyı da hareketlendirdi. Kurucu kadronun oluşturduğu dış dengeyi Almanya lehine değiştirmek için kolları sıvadılar.

TC’nin o yıllardaki Yahudilere yönelik iki yüzlü tutumunu anlamlandırmak için bürokrasi deki bu yapıya dikkat çekmek yerinde olur.

Trakya’da Yahudilere dönük bir kampanyayı örgütleyen, öncülük eden kişi işte bu CEVAT RİFAT ATILHAN’dır. 1.Paylaşım Savaşında, Alman silah arkadaşlığıyla yürümüş bir TEŞKİLAT-I MAHSUSA elemanı, 1919-22 döneminde Cephe komutanlığı yapmış eski bir subaydır.

Cevat Rifat, tüm yaşamını neredeyse Yahudi düşmanlığına adamış bir fanatikti. İzmir’de çıkardığı Anadolu dergisi ve yazdığı anti-semit kitaplar hükumetin de canını sıkınca dergisi kapatılmıştı.

Bunun üzerine Cevat Rifat, Nazi Almanyası’na giderek Julius Streicher’in yanında siyasi eğitim gördü. “Kim bu STREİCHER?” derseniz tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali Alman Nazi Partisi (NASDAP)’ın resmi yayın organı olup anti-semit propaganda ve provokasyonların çığırtkanlığını yürütmüş olan 500 bin tirajlı ünlü “DER STURMER” dergisinin yönetmenidir.

Cevat Rifat burada kendisini uluslarası anti-semitik hareketin Türkiye’deki örgütleyicisi olarak konumlandırdı. Almanya yeniden doğuyordu; 1. Dünya savaşında toprağa gömülmüş olan Alman-Osmanlı ittifakı anti-semit ve(ve onun bir ürünü olarak gördükleri) anti-komünist ilke üzerinden yeniden büyük bir güç haline gelebilirdi.

Stürmer’ciler de Cevat Rifat’a büyük bir misyon yüklemişlerdi, onda çeviri yazılar ve söyleşiler de yayınladılar. Cevat Rifat, İstanbul’a döndüğünde Stürmer’de yayınlanmış bir çok yazının çevrisi, klişeler, görsel malzemeler ve tabii ki provokasyon ve propaganda yöntemlerini de yüklenerek gelmişti.

İşte bu sevkle İstanbul’a döndüğünde MİLLİ İNKİLAP DERGİSİ’ni çıkarmaya başladı. Dergi Nihal ATSIZ gibi dönemin tanınmış pek çok PAN-TÜRKÇÜ isimlerini de bünyesinde toplamıştı.

Milli İnkılap, sistemli olarak bir anti-semit kampanya yürüttü; Yahudilere ait iş yerlerini,kişileri, kurumları hedef göstermek; Yahudilerin dünyadaki her türlü kötülük ve fesadın nedeni oldukları, sömürücü sermaye güçleri, Türklüğün düşmanı oldukları, komünizmi dünyanın başına Yahudilerin sardığı vs. propagandaları her gün işlenen konulardı.

Ülke genelindeki bu yayın faaliyetinin Trakya’da fiili biçimler almasında Teşkilat-ı Mahsusacı örgütlenmenin izlerini görmek mümkündür. Hedef Yahudilerin çalıştırdıkları çeşitli mandıralar, fabrikalar ve besi çiftliklerine el koyarak onları TÜRKLEŞTİRMEK’tı. Bu hedef aynı zamanda Nazilerin “Avrupa’yı Yahudilerden arındırma” prensibine de denk düştüğüne dikkat çekmek yerinde olur.

İstanbul’daki Yahudi cemaati giderek artan taciz ve saldırılardan dolayı vilayete şikayette bulunduysa da haliyle “teskin ve teselli” sözleri dışında bir sonuç çıkmadı.

Kaynatılan tencere 21 Haziran 1934’de taştı. ÇANAKKALE’de Yahudi iş yerlerine karşı başlatılan BOYKOT çağrısı, giderek fili saldırılara, yağmaya evrildi. Yahudiler dövüldü, tartaklandı, gasplara uğradılar; ırzına geçilenler oldu. Yahudiler vilayete ve CHP binasına sığınarak yardım istediler. Birkaç gün durulma olduysa da polis koruması kaldırıldı ve saldırılar daha büyük bir şiddetle yeniden başladı. Yahudilerin şehri terk etmeleri için açık çağrı ve bildiriler dağıtıldı. Bunun üzerine 24 Haziran’da Çanakkale’deki 2 bin civarındaki Yahudi her şeylerini bırakarak can havliyle İstanbul’a doğru kaçmaya başladılar.

“Hiçbir şeyden haberi olmayan” Atatürk’ün pek değer verdiği konuğu İran Şahı Rıza PEHLEVİ ile birlikte tüm devlet erkanı ile birlikte TAM BİR GÜN SONRA, 25 Haziran 1934 günü ÇANAKKALE’yi ziyaret etmesine ne demeli? Ziyaret günler öncesi belliyken hangi Mülki amir sorumlu olduğu kentte “kontrol dışı” olaylara meydan verir ki!

Paşının şatafatlı konvoyu Çanakkale içinde gövde gösterisi yaparken kalabalığın içinde insanlar kendisiyle tokalaşmak veya ricada bulunmak için yarışmaktadır. İçlerinden birisi can havliyle kendi Atatürk’ün önüne atar. Paşa, yanındaki konuğuna da “devletlü Padişah” edasıyla, kulunun kendisine ricada bulunmasına fırsat verir. Umuyordur ki bu vatandaş her zamanki gibi “Hayır dua etsin!” kendisine.

Fakat o ne! Yerlere kapanan adam;

“Paşam, Paşam! Allah rızası için yardım! Bizi şehrimizden kovuyorlar. Nereye gideceğiz? He yapacağız. Aman tanrım!” diye yalvarmaya başlamıştır.

Paşa, durumu hemen anladı ve alaycı bir dille sordu:
– Sen Kimsin?
– Paşa Hazretleri! Ben Çanakkale Musevilerinden Avram Palto!
– Seni kim kovuyor? Hükümet mi? Kanunlar mı? Polis mi, Jandarma mı? Devam et, söyle bana! ”
– Hayır Paşa hazretleri, bizi halk kovuyor!
Atatürk tekrar gülerek şöyle der:
– Eh, halk ise yapacak bir şey yok! Halk isterse bizi de kovar…
Arabasına binerek uzaklaşır.

Artık böyle bir kentte kim Yahudileri koruyabilirdi ki gerçekten!

Çanakkale’de sağlanan başarı diğer vilayetlerdeki saldırıları da cesaretlendirdi. 3 Temmuz 1934 gecesi KIRKLARELİ’de girişilen saldırılar çok daha cüretkar ve acımasızdı. Yahudilerin evleri harabeye çevrildi (65 ev) eşyaları talan edildi, insanlar ölesiye dövüldü, çoğu kadın ve kız tecavüze uğradı. Kendilerini imdat çığlığını duyacak hiçbi resmi yetkili nedense o gece “yok” olmuştu.

Ertesi sabah da Kırklareli’li Yahudiler can havliyle bulabildikleri her vasıta ile İstanbul yollarına düştüler.

3 Temmuz gecesi Uzunköprü’de de Yahudilere saldırılar olmuştu. Yardım için kaymakamlığın önüne toplaşan Yahudilere yetkililer “hükümet gitmenizi istiyor” diye beyanatta bulunuyordu. Çaresiz kalan Uzunköprülü Yahudiler de evlerini ve iş yerlerini bırakarak kaçmaya başladılar.

Kaçışların bir kısmı da Yahudi toplumun en çok nüfusa sahip olduğu Edirne’ye idi. Edirne’de o ana kadar fiziki saldırı olmamıştı fakat hava çok gergindi ve Kırklareli’den sığınan Yahudiler korkunç şeyler anlatıyorlardı. Aynı gece Silivri, Babaeski, Çorlu ve Lapseki ilçelerinde de çeşitli saldırılar olmuştu. 4 Temmuz sabahı Yahudi esnafı rutin olarak her gün gittikleri kesimhanelere alınmadı. Bu durum kentteki paniği artırdı. Edirne Yahudileri de evlerini barklarını bırakıp kaçmaya başladılar. Sahipsiz kalan ev ve iş yerleri kısa sürede yağmalandı…

Sonuçta Trakya bölgesinde yaşayan 15 bin kadar Yahudi İstanbul’a sığınmak zorunda kaldı. Neden sonra ancak saldırıların 4. gününde Ankara müdahale etti.

Başbakan İsmet İnönü, 5 Temmuz 1934 günü TBMM’de yaptığı konuşmada “Türkler asla antisemit olmamışlardır, antisemitizm zaman zaman dışarıdan sızmaktadır. Bugünkü. olaylar da dışarıdan esinlenmiştir” diyerek, sorumluların koğuşturulacağı, herkesin yasaların teminatı altında olduğunu, evlerini terk edenlerin dönebileceklerini bildirdi.

İçişleri Bakanı ŞÜKRÜ KAYA [Ki kendileri İttihad-Terakki yönetiminin 1915’de Ermenileri Tehcirden sorumlu Müdürüydü] Bölgeyi teftişe çıktı. [Tehcir işlerinden anladığı ve sonuçta kendi başlarının altından çıkan bir iş için iyi teftiş”] Sıkıyönetim ilan edildi. Askerler kentlere indi. “Sükunet sağlandı” [Şimdi artık devlete şükür etme zamanı!]

Bazı soruşturmalar açıldı. Yağma ve çapuldan sorumlu görülen Bulgar ve Çingene bazı insanlar tutuklandı.

O tarihlerde basında çıkan yazılar “olayları” kınamakla beraber, Türkiye’de asla anti-semitizm olmayacağını yazarken, bazıları da olayların çok büyük çaplı olmadığını, Yahudilerin Avrupa’daki olayların da etkisiyle “ÇOK ÇABUK KORKUP KAÇTIKLARINI!” yazıyorlardı.

Ardından bazıları da bunca yüzyıldan sonra artık Yahudilerin “TÜRK KÜLTÜRÜ İÇİNDE ERİMELERİ” gerektiğini, gelenek ve dillerini muhafaza etmelerinin onları düşmanlaştırmayı kolaylaştırdığı nasihatlarında bulunuyorlardı.

İlginç olan husus 1934 Trakya pogromunun cemaat içinde “fazla büyütülmeme” eğilimidir. Avrupa’da yaşanmakta olan tehlikeye bakınca Türkiye’de yaşananlar belki de görece “küçük” gelmiş olabilir. Bir de tıpkı 1938 Dersim Jenosidi meselesinde olduğu gibi Atatürk’ün bu olup bitenlerden haberdar olmadığı, hepsinin İsmet Paşa’nın başının altından çıktığı, Mustafa Kemal’in haberdar olduktan sonra olaylara müdahale ettiği inancının yaygın olmasıdır.

Oysa bunun ardından 1943 “Varlık Vergisi”, “Aşkale’de Çalışma Kampları” gelmiştir. 1955’de 6-7 Eylül pogromları gelmiştir. Yani devletin bizzat üstlendiği ayrımcı politikaları, para-militer gruplar ya da Özel Örgütler eliyle yaptırdığı saldırılar birbirini amaçta ve sonuçta ortak bir hedefe yönelir. O da Türk ulus devletinin etnik tabanını zorla tahkim etme çabasıdır. Yahudi toplumu da kaynatılan bu kazanın dışında kalmamıştır.

6-7 Eylül’ün “Özel Harp Örgütlemesi” olduğu artık kesinleşmiş bir olgu. Orada da saldırıların can almaya değil, korkutup kaçırmaya, mal mülklerine el koymaya odaklı olarak planlandığı belli olmuştur.

TRAKYA “OLAYLARI”NIN hükümet dışı ve ona rağmen geliştiği çok söylenilmiştir. Zaten Teşkilat-ı Mahsusacı, Özel Harpçı tüm operasyonlar, devletin resmi olarak yapmayı üstlenemeyeceği SUÇLAR’ı üstlenir. Bunlar Osmanlı’yı da 700 yıl böyle yönettiler. Bir eliyle hırpalayıp öbür eliyle sararak kendine bağlı kılmak.. Şimdi bilinen haliyle “iyi polis, kötü polis” meselesi gibi…

Trakya’nın Yahudi nüfustan “arındırılması” TC’nin stratejik hedeflerinden ayrı değildi. Hem sermayenin, ticaretin, mülklerin TÜRKLEŞTİRİLMESİ, hem de özellikle kırsal alanların HOMOJENLEŞTİRİLMESİ buna uygunluk gösterir.

Örneğin Trakya saldırılarının örgütleyici ve kışkırtıcısı olduğu apaçık olan Cevat Rifat’a o dönem hiç dokunulmamıştır. Hatta savaşın başlamasıyla orduda muvazzaf subay olarak göreve başlamıştır. [Ne de olsa eski Komutan!] 1942 yılında hükümete karşı Alman yanlısı bir darbe girişimi içinde olduğu iddiasıyla tutuklanmış, 11 Ay tutuklu kalmış, ancak Mareşal Fevzi Çakmak’ın kendisini korumasıyla serbest bırakılmıştır.

Türk hükumetinin 2.Paylaşım Savaşında güttüğü DENGE politikası açısından da uygundur. Bir yandan gösterişli himayelerle İngiliz-ABD mihverine, bir yandan Yahudilere aba altından sopa göstererek Almanya’ya uygun mesajlar verilmekte; asıl olarak da kendi önüne koyduğu asimilasyoncu, bastırmacı MİLLİ POLİTİKASINI hayata geçirme..

Nitekim aynı tarihte Kürtler için çıkarılan 1934 “MECBURİ İSKÂN YASASI”nın bu sürece denk gelmesi tesadüfi değildir; devletin Trakya’da ve Kürdistan’da uyguladığı aynı TÜRKLEŞTİRME politikasının ürünleridir.

İşte sağcı, Türkçü, islamcı bir derginin yıllar sonra kapağında 3 BÜYÜK YAHUDİ DÜŞMANI olarak övünçle lanse ettiği eski TEŞKİLAT-I MAHSUSA’cı CEVAT RIFAT ATILHAN’ın neden böyle bir ünvanı hak ettiğinin kısa hikayesi.

 

 

Schreibe einen Kommentar

Deine E-Mail-Adresse wird nicht veröffentlicht. Erforderliche Felder sind mit * markiert